Murat Saat’in Öykülerine Genel Bakış

“İki dünya arasında süreklileşmiş sınır ihlalleri buluyorum yazdıklarımda.”

(Bu yazı, Bilge Aksu ile beraber kaleme alınmıştır.)

Murat Saat — Aslı Uluşahin’e mektubundan:

“Güneş bir yerlerden doğacak birazdan. Gök, tel örgülü duvarların; uzayıp giden, bir zar kadar ince, bazen bir dağ kadar aşılmaz duvarların; izsiz, yönsüz zamanlara uzayan duvarların ve bana hep deniz fenerlerini anımsatan nöbetçi kulelerinin ardında pembeleşmiş, gözlerimi yakıyor.”

Murat Saat, 21 yaşında tutuklandı ve hapishanede geçirdiği 21 sene sonunda aramızdan ayrıldı. Birçok siyasi mahkum gibi çeşitli kısıtlamalar ve hak ihlalleriyle karşılaşan Murat Saat, 2017’de ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybettiğinde geriye iki öykü kitabı ve Kıyıya Vuran Dalgalar isimli derlemede bir öykü bırakmıştı. Bu kitaplarla edebiyat dünyasına etkileyici bir giriş yapan Saat, Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın? kitabıyla 2014 yılının Ankara Uluslararası Öykü Günleri kapsamında verilen öykü ödülünü de aldı. 2018 yılında ise ikinci kitabı Ters Kule yayımlandı. Hem yeni bir yazar olması hem de hapishane faktörünün etkisiyle, yazarlığı hakkında görece yeterli bilgi bulunmayan Saat’in yazdıklarına genel bir bakış niteliği taşıyacak bu yazıda, yazarın eserlerinin belirli temalar etrafında incelenmesi ve kapsamlı bir çalışma ortaya çıkarılması amaçlanıyor.

Kurgu Dünyası

Murat Saat’in ilk kitabı Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın?, birbiriyle bağlantılı çok sayıda öyküden oluşuyor. Toplamda 14 öykünün bulunduğu bu kitap aslında türler arasında gidip gelen bir yapıya sahip. Hemen hepsi orta uzunlukta ve tek boyutlu ilerleyen, karakterlerin ve olayların serim-düğüm-çözüm mantığıyla kurgulandığı bu öyküler, aslında aynı evrende geçen farklı parçaları oluşturuyor. Zaman ve mekân kurgusunun oldukça belirsizleştiği, yer yer bir puzzle’ı tamamlamaya çalışır gibi takip ettiğimiz bu anlatılarda yazar, amacını çok da gizlemeden bu puzzle işini okuyucuya bıraktığını sezdiriyor. Fakat yine de bu parçaları birleştirmek, mesela bir Fransız Yeni Romanı ölçüsünde zorluk taşımıyor. Yazar, anlattıklarının ne ölçüde algılanacağıyla ilgili de bir çizelge belirlemiş ve en kritik anlarda vurguladığı bir mekân, olay ya da karakter ipucuyla zihnimizi pek de zorlamamıza müsaade etmiyor.

Kitaptaki ilk öykünün kahramanı İpek, ona yalan söylediğini düşündüğü Adnan adlı bir karakter hakkında bilgiler veriyor. Bu iki ismi de daha sonra, birden fazla öyküde yeniden görüyor, hatta yer yer bir başkarakter olarak onlara eşlik ediyoruz. Yine farklı öykülerde karşımıza çıkan Necmi, Şehnaz, Hüsne, Musa, Bahri, İlker gibi karakterler mevcut. Her biri, başka bir karakterin ön planda olduğu bir öyküde, doğrudan ya da dolaylı olarak karşımıza çıkıyor. Kitap bu haliyle öykü formunda yazılmış bir roman niteliğinde. Anlatının kilit noktalarından bazıları oldukça iyi aydınlatılırken bazıları muhtemelen bilerek karanlıkta bırakılmış.

Saat’in, hapishanedeyken ona ulaşan Aslı Uluşahin’le olan mektuplaşmasında, kendi yazınsal dünyası ve bu kitabın olay örgüsüyle ilgili bazı ifadeleri var:

“Kitaptaki öyküler, yaptıklarından dolayı vicdanı yaralanmış ve bunu intihar ederek telafi edebileceğini düşünen, gerçekte böyle düşündüğünü sanan bir adamın öyküsünden çıktılar. Bu adam caddelerde dolaştı, insanlara çarptı, bana o insanları getirdi; onları yazdım.”

Bu ifadelerden yola çıktığımızda, kitabın odağında bir karakterin bulunduğu ve geri kalanların, onunla olan etkileşiminden doğan diyalojik bir yapıya hizmet ettikleri anlaşılıyor. Kitabın ilk öyküsünde bahsi geçen ama üçüncü öykünün başkarakteri olan Adnan’ı çağrıştıran bu cümlelere göre; öykü evreninin ilk kurgulanışı, burada bahsi geçen vicdani bir sorgulamayla yapılmış. Gerçekten de öykülerin hemen hepsinde ya bir suç ya bir utanç ya da bir intikam temasıyla karşılaşıyoruz. Adnan karakterinin İpek’e yaptıkları ve sonrasında yaşananlar, onun tuhaf bir kararla, kendini para karşılığı öldürtmeyi hedeflediği bir noktaya geliyor. Bu iş için bulduğu Musa karakteri, diğer öykülerde de karşımıza çıkan genç bir hırsız. Hasta annesine bakmak için her türlü işi yapmaya hazır olan bu karakteri, zaman zaman utanç verici ya da suç teşkil eden eylemlerin içinde görüyoruz. Musa’yı kiralık katil olarak tutan İpek, Adnan’la ne yaşadı bilmesek de onun bu kararlı, inatçı ve kindar tutumu bize Adnan’la ilgili pek hoş şeyler çağrıştırmıyor.

Yazarın bu kurgusu, aynı zamanda bir anlatıcı problemini ortaya çıkarıyor. Buna aslında problem denmez tabii, bilinçli yapılmış bir tercih. Fakat yine de modern anlatılarda karşılaştığımız ‘güvenilmez anlatıcı’ formuna dahil edemeyeceğimiz bir durum söz konusu. Zaman zaman buna yaklaştığımız da oluyor. Örneğin Necmi’yi başkarakter olarak gördüğümüz “Tek Fiilli Bir Dilde Diyaloglar” adlı öykünün sonunda duyulan bir silah sesinden sonra nelerin yaşandığını, daha sonraki öykülerde farklı kişilerden dinlemeye devam etsek de ne anlatıcılar ne de yazar, bu hususta bir netlik sunuyor bize. Bu hikayedeki Necmi karakteri, daha sonra kitabın dördüncü öyküsü olan “Ne Yapmışım Ki Ben” adlı öyküde yeniden karşımıza çıktığında bu kez ufak bir role sahip. Filiz, çocukluğunda yaşanmış bir tuhaf olayı yıllar sonra aydınlatmak için onun kapısını çaldığında Necmi’yi yaşlanmış ve sabırsız şekilde görüyoruz. Filiz’in, silah sesi ve sonrasına dair merak ettikleri hakkında bazı yorumlar yapsa da Necmi, bu olayı aydınlatacak bilgiler vermeyi başaramıyor (s. 81). Kitabın ikinci bölümündeki “Gitar” adlı öyküde karşımıza çıkan muavin Salih karakteri, bir sonraki öykü olan “Taş Bina”da yeniden rol alırken, önceki öykünün anlatıcısı Hüsne’yle otobüste yaşadıkları olayı kendi çerçevesinden yorumluyor. “Gitar”da; Hüsne’ye göre (s. 202) onu otobüste bir nevi şantajla öpen Salih, sonraki öyküde bunu başkarakter Murat’a anlatırken, “(…) kız bırakmıyor koltuktan kalkayım”ifadelerini kullanıyor. Ki bu durum, Murat tarafından da sorgulanıyor. “Belki de beni kandırıyordu Salih. Belki yapamadığı, cesaret edemediği, bir kez olsun yüzüne gülmeyen talihin acısını böyle çıkarıyordu: Yalanla. Ya da belki anlattıkları son kelimesine kadar doğruydu.” (s. 215–216)

Murat Saat’in, kurguya dayalı ve dil temelinde sorgulatan bu oyunları, etkisini katbekat artırarak ikinci kitabı olan Ters Kule’de de karşımıza çıkıyor. Hatta bu kez bunu öylesine iyi yapıyor ki çok katmanlı ve çok anlamlı bir söylemle karşılaşıyoruz. Yine ilk bakışta birbirinden bağımsız öykülerden oluştuğu görülen bu kitapta, ilkinden farklı olarak bu kez hikayeler aynı evrende geçmiyor; daha da ötesinde, bir üstkurmacayla birbirine bağlanıyor. Üstkurmacanın düğümü, kitabın sonlarında yer alan, epey uzun “Lea” öyküsünde gizli. Bir üniversite kampüsünde karşılaştığımız İspanyol öğrenci Lea’yla başkarakterimizin yaşadığı tutkulu bir ilişkiden yola çıkıyoruz. Kitabın ana başlıklarını da oluşturan renkli defter isimleri (s. 152), kimi öykülerde yer yer değişen anlatıcı üslubu ve öykülerde görülen masalsı atmosferin gerekçelerine bu öyküde ulaşıyoruz. Anlatıcı ve Lea’nın, bir tren yolculuğuyla geldikleri tuhaf kasabalarda, otel odalarında kalırken birbirlerinin öykülerini ‘düzeltmeleri’ ve Lea’nın baskın karakterinin getirdiği gerçeküstülüğe varan unsurlar, diğer öykülerin atmosferlerini baştan sona etkiler hale geliyor.

Ters Kule’de Murat Saat, ilk kitabına nazaran daha modern bir kurgunun ve üslubun peşine düşüyor. “Ters Kule”, “Üzüm Salkımı”, “Canımda Bir Can” gibi zaman ve mekân unsurlarının neredeyse tamamen yok edildiği öyküler yer yer distopik bir arka planı çağrıştırıyor. Bu öykülerde üslubun getirdiği tekinsizliğe bir de çeşitli olay ve mekân betimlemelerindeki masalsılık eklenince hem yaratıcı bir kurgu hem de özgün imgeler ve tasarımlar ortaya çıkıyor. Özellikle “Üzüm Salkımı” öyküsündeki zaman kurgusu ve olaya neyin sebep olduğundaki muğlaklık, anlatıyı oldukça evrensel bir çizgiye yerleştirip bütün kültürel, yerel ve coğrafi kodlardan soyutlanmış, yaratıcı bir distopik anlatı ortaya çıkarıyor.

Murat Saat’in satır aralarındaki bazı iletileri de okuyucuya bir uyarı niteliğinde:

“Sanki yazar her kitabı yalnızca bir kişi için yazıyormuş gibi o kişiden başka kimsenin bulmasını istemediği hazineyi böyle saklamaya çalışıyordu.” (s. 111–112)

“Bu yüzden mi sözcükleri ikiye ayırıyordum? Yol gösterenler ve hiçbir şeyi göstermeyenler. İhtiyacım olanlar, şüphesiz, ikinci türde olanlardı.” (s. 114)

“(…) bir İtalyan yazarının ‘Aldatmayan dil yoktur’ sözünü unutmamamı tavsiye edermiş” (s. 123)

Bu kısımlarda, okuyucuyu, satır aralarındaki ayrıntılara karşı dikkatli olması gerektiği yönünde uyaran Saat, bununla yetinmeyip bir de kurgusuyla ilgili bilgiler veriyor:

“Romanlarda karşılaştığım bir hile sinirlerimi iyice bozmuştu çünkü. Son sayfadaki sondan önce gelen bir son daha vardı. Yazarlar bunu özellikle saklıyordu. Belli ki bu sona kendisine bile itiraf edemediği dostlarıyla, çocuklarıyla, sevgilisiyle konuşamadığı, yıllarca taşımaktan artık bıktığı bir yükü gizliyordu.”

Bu son uyarıyı yanımıza alıp öyküye devam ettiğimizde, anlatıcı ve Lea’nın uğradığı son kasabada olup bitenler dikkatimizi çekiyor. İlk gittikleri kasabada dağlardan elma kokusu yayılan bir mekân tasarımı mevcutken ikinci ve son kasabada barut ve ceset kokuları bizi karşılıyor. Bu kasabanın görünümü ve yanındaki dağın tasviri, ufak ve gelişmemiş bir şehri çağrıştırırken barut ve ceset kokularının sebebine ilişkin bilgiler, sonraki sayfalarda veriliyor. Otelden tek başına çıkan anlatıcı, şehrin sokaklarında rastgele yürürken el arabalarında taşınan çuvalları görüyor. Bunun ne olduğunu sorguladığında, tanımadığı biri ona dağlardan cesetler topladıklarını, aksi halde şehrin kokudan durulmaz hale geleceğini söylüyor. Anlatıcı, bu yaşananların gerçekliğini sorgulamaya devam ediyor bir yandan.

“Duyduklarımın ve bu caddenin kafamdaki öykü taslaklarından biri mi olduğunu kendime sordum. El arabalı adamların arkasına düştüm. (…)Peki ama dedim, neden ölüyor bu insanlar? Durgunlaştı, ölgün ölgün baktı öteberiye. Bilmiyorum, dedi. Ölenlere sormalısın.”

Melankolik bir atmosferde betimlenen bu şehirde yaşananları, Murat Saat’in gerçek dünyada olup bitenlerle ilişkilendirdiğini düşünmek pek de zor değil. Dağlarında cesetler bulunan, herkesin ‘kendi cesetlerini’ toplamakla mükellef olduğu böylesi bir dünya, tam da karakterin sorguladığı gibi, gerçekliği mi yoksa kurguyu mu temsil ediyor diye düşünmeden edemiyoruz. Okuduğumuz şeyin kurgu olmasına sık sık değinmesine rağmen:

“Perona ilk adımı atar atmaz biz de soğuktan birbirine vuran dişlerimiz, bu soğuğa hayret eden aklımız, böyle bir mevsimde dişleri takırdatacak, dağların kaşlarını ağartacak hava koşullarını inandırıcı bulmayan okuyucu ve çantamızdaki defterlere yazdıklarına yeni yeni uyan kelimelerle birlikte bu kokuya battık.”

Genel bir görüşe yer vermek gerekirse; Saat’in öykülerinde anılar, gerçeküstü unsurlar ve hayaller önemli bir yer kaplıyor. İnsanı gerçeklikten kısa süre de olsa uzaklaştırabilen her şey, kahramanlar için çok önemli bir hale geliyor: kurulan düşler, geçmişte yaşanan güzel veya hüzünlü detaylar, kendi zihninde kaybolmaya izin veren düşünce dünyası gibi. Kahramanın içinde gezindiğimiz sayfalarda basit görünen olayların, kişiliklerde bir kırılmaya yol açabileceğini düşündürtüyor.

Karakterlere Bakış

Saat’in öykülerindeki karakterler için söylenebilecek en genel yorum şu olabilir: Hapishaneye atılan ve tecrit edilen kendi varlığını karakterlerine yansıtmak ister gibi temele ontolojik kaygıları alıyor ve neredeyse bütün karakterlerini buradan kuruyor. Belki bu yüzden öyküleri okurken Murat Saat ile tanışıyor gibi hissediyoruz. Yavaş yavaş onun hayatına, zihnine, karakterine aşina olma hissine yukarıdaki dil oyunları da eklenince artık o karakterlerin gerçek olup olmadığı, örnek yazarın nerede başlayıp nerede bittiği ve hatta sizin bir kurmaca okuyup okumadığınızı sorgulatır noktaya getiriyor.

Ters Kule kitabındaki karakterlerin varlıklarının temelinin bir sıkıntıya yaslandığını söylemek yanlış olmaz. Huzursuz ve arayışta olan bu kişilerin aslında tam olarak ne aradıkları da verilmiyor. Biri bir hayal, biri bir cümle, biri bir anlam peşinde ancak neden böyle oldukları da açık değil. Hayatlarındaki eksikliği kişiliklerine yansıtan karakterlerde hep bir bölünme, kendinden ayrılma, başka biri olma arzusu var. Dönüşüyorlar ya da dönüşmek, bölünmek, çoğalmak istiyorlar. Hem yazar hem de karakterler çok katmanlı bir bölünme ve sürekli başkası olma aşamalarını yaşıyorlar:

“İnsanın kendisine dönüşüp dönüşemeyeceğini düşündü.” (s. 18)

“Yüzümü hiç görmedim. Bu anlamsız biliyorum. Kim yüzünü görebilir ki?” (s. 63)

“İçimde çiviye olan ilgimle ilgili garip bir duygu vardı. Bu ilgi benim değildi demek istiyorum, ona bakan ben değildim.” (s. 76)

Bu kendinden memnun olmama durumu da öykülere psikolojik ve felsefi katmanlar ekliyor. Karakterlerin çoğu dış dünyaya karşı umursamaz, duyarsız veya açıktan açığa küçük görüyor ve kendi düşünce dünyasında var olmayı yeğliyor. Kızıl öyküsündeki Kızıl karakteri “Henüz kimsenin lekelemediği istasyon yakınlarında” dolanırken (s. 16) Lea ve anlatıcı herkesten kaçarak yine istasyonlara sığınıyor. Soyut alanlarda kalbolmaya kapı aralayan bu tercih, karakterlerin açıkça hayal dünyalarından oluşan sahneleri okura sunuyor. Kızıl, bir işe girmiş ve geleceğinin nasıl olduğunu hayal ediyor; “Canımdan Bir Can” öyküsünün anlatıcısı kendinden çıkıp bir hayal dünyasında kendini anlatmaya başlıyor. Lea öyküsünün anlatıcısı da sık sık hayal ve rüya karışımı sahnelerle mekânda ve zamanda geziniyor.

Karakterlerdeki bu kopuş, karakter-yazar-okur üçgeninin de yer yer parçalanmasına ve sınırların dağılmasına kadar gidiyor. Yazar karakteri sorguluyor, karakter kendini o öyküde sorguluyor, anlatıcı ise anlatıcı konumunu sorguluyor ve her şeyin bir düğüm olduğu “Tanrı anlatıcı” noktası gerçekten Tanrı ile girilen sorgulamalara varıyor. Tanrı gerçek bir varlık olarak mı, yazar olarak mı yoksa öykü karakteri olarak mı karşımızda? Bu soruya yönelik arayışlar, hem anlatıcıyı hem okuru kurmacanın içinde sorgulamalara itiyor.

“Yaşadığını bilmesi için birinin de onu, onun eşyaları, odadaki karanlığı, gecenin içine hapsolmuş, köşe bucak esip güne kaçmak isteyen rüzgârı düşündüğü kadar düşünmesi mi gerektiğini (…) sordu kendine.” (s. 54)

“Işıktan Önce Ben Vardım’a bakarken bunları nasıl gördüğümü içten içe merak ediyordum. Bana bakarken her şeyi görebilirsin, dedi, o zaman her şeye baktığımda da seni görebilirim, dedim.” (s. 71)

“(…) herkese, Tanrı’ya bile akıl verdiği, her şeyin, Tanrı’nın bile nedenin anlattığı bölümlerde nefesim kesiliyordu. Yazar bir giysiyi ters giymişti sanki.” (s. 111)

“Yan tarafta başka bir kapının varlığını hayal eden kendimin öyküsünü yazabilirdim.” (s. 159)

“Öykülerin tam kalbindeydin, taslak olan hayattı orada.” (s. 168)

Anlatıcının, karakterin ve yazarın iç içe girdiği bu ortamı Saat bilinçli şekilde kuruyor ve yukarıdaki örnekler gibi ifadelerle okura da bir oyun alanı açıyor. Sorgulayan, takip eden, düşünen bir okuru çağırıyor. Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın? kitabında ise karakterler bu kadar derinden ele alınmamış.

Kendi varlığını aşan karakterlerin olduğu Ters Kule’nin aksine; önemli olanın girift bir kurgu olduğu bu kitapta karakterler, birbirlerinin hayatlarına dahil oldukları ölçüde varlar. Burada karakterlerin en derinine inebildiğimiz yerler, toplumsal kimlikleri ile uzlaşmadıkları sahneler. Toplum içinde, arkadaşlar arasında veya iş yerinde kişinin büründüğü kimlik ile iç kimliğinin aynı olmadığı gerçeğinden hareketle; Saat, bu öykülerdeki karakterleri iç dünyasındaki ve toplum içindeki halleri ile verip bir çelişkiyi göstermek istiyor.

Elbette bu iki kitabın farklılığına ilişkin tahminler yürütmek de bir seçenek. Ters Kule’deki imgesel yapıya karşın, Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın?kitabındaki karakterlerin daha gündelik ve sınırları somutlaşabilen çizgileri var. Bu karakterler esasen toplumun çok farklı kesimlerini bir araya getiriyor. Saat’in kurguda yaptığı denemeler de işin içine girince çok sayıdaki karakterin birbiriyle çatışmaya, tartışmaya ve konuşmaya başlaması kaçınılmaz oluyor. Birinin günahını diğeri üstleniyor, onunkini öbürü temizliyor; yeri geldiğinde karşılaşmaları tesadüfe yorulacak alakasız kişiler birbirlerinin yardımına koşabiliyor. Ortaya çıkan bu görüntü de bizi kitaptaki diyalojik yapı üzerine düşünmeye sevk ediyor. Tıpkı Dostoyevski’nin eserlerindeki gibi, her bir karakter, kendi çizgisi üzerinde yürümekle yetinmeyip diğerinin varlık alanına doğru genişliyor, onu taciz ediyor ve bazen birleşip aynı sesi oluşturabiliyor.

Zaman-Mekân

Murat Saat, öykülerinde zaman ve mekânı spesifik olarak belirtmektense özel anlara ve yerlere inerek veriyor. Örneğin öykünün yaşandığı tarihi okura söylemiyor ancak bir gece yarısı mı yoksa sabah saatleri mi olduğunu özellikle vurguluyor. Günün hangi saat diliminde olduğunu vurgulaması, karakterin düşünsel dünyasında yaşadıklarını güçlendirme amacı taşıyor. Bu sayede; gece saatlerinde düşünceli, sabaha karşı bıkkın, öğlen ise sosyal aktivitede olan insanlarla konuşuyor gibi hissediyorsunuz. Mevsimleri kullanma şekilleri de aynı amaca hizmet ediyor. Örneğin “Kızıl” veya “Ben” hikâyelerinde kar yağışına bu kadar odaklanmasının sebebi; karakterin, içinde bulunduğu boşluk olabiliyor. Bekleyiş, ne olacağını bilememe ve endişe durumu yağan kar ile bütünleşiyor. Her şeyin hem gizli hem de açık olması hissi okurda daha çok yer ediyor.

Mekân da tıpkı zaman gibi geniş çerçevede değil daha çok küçük çerçevelerde veriliyor. Yer yer şehir isimlerine rastlasak da önemli olanlar daha küçük ayrıntılar. Bir masanın tasviri, bir bardağın içindeki pipet veya bir salondaki gramafon gibi detaylar üzerinden kurulan mekân tasvirleri gerçekçilik hissini artırıyor. Saat’in, kitaplarını yazdığı yer göz önünde bulundurulmadan bu alt başlığı değerlendirmek çok adil olmayacaktır. Hayatının önemli bir kısmını duvarlar ardında geçirmiş birisinin, mekânı detaylarla tasvir etmesi olağan görünüyor ve Saat bunu başarılı şekilde kullanıyor.

Son

Murat Saat’in öyküleri üzerine pek çok şey söylenip her açıdan yorumlar, eleştiriler yapılabilir. Geride bıraktığı iki eserinin incelendiği bu yazıya, kendi öykülerinden bir son yazmak da pekâlâ uygun düşebilir. “Öyle uzağa gitmek istedim ki sonunda buraya tıkılıp kaldım” cümlesi ile başlayan ve yazdıklarını bir gardiyanın okuduğunun da bilincinde olarak bir gardiyanı anlattığı “Ters Rüzgârlar” öyküsünü şöyle bitiriyor:

“Görevli olduğum Mektup Okuma Komisyonu’nda masama oturduğumda beni bekleyen yığınla zarfa bakıp kollarımı sıvadım. En üstteki zarfı alıp açtım. Uzunca bir yazı vardı içinde. Mektuba benzemiyordu. İçim sıkıldı. İlk cümlesini okudum.

‘Öyle uzağa gitmek istersin ki bazen, sonunda bir yere tıkılır kalırsın.’

Bir yerlerden anımsayacak oldum, çıkaramadım. Biraz karıştırdım sayfaları. Politik bir şeye benzemiyordu. Kendime bir çay söylerken son sayfaya ‘görüldü’ damgasını bastım.

İçim sıkılıyordu.”

Not: Bu yazı daha önce PolitikART‘ta yayımlanmıştır.