Küçük Yazarın Büyük Yolculuğu: Suat Derviş

“Halbuki bütün bu âlemi, içine girilmez bir başka âlem zannetmiş, 

bütün bu insanları, yanlarına erişilmez ve bizlerden bambaşka, 

harikulâde mahlûklar diye düşünmüş olan 

küçük genç bir romancı için bu şeyler ne mühim şeylerdi.”

Neden küçük? Önce bu sorunun cevabı ile başlayalım. Suat Derviş, kendisini Avrupalı yazarlara kıyasla “küçük” olarak nitelese de benim bağlamım biraz daha farklı. Sanat tarihi ile ilgili olanlar bilir ki; tüm sanat dallarında kadın hep küçük görülmüştür. 1962’de yazdığı History of Art kitabıyla Batı kanonu üzerine örnek alınan isim H. W. Janson, kitapta neden hiç kadın sanatçı olmadığına dair sorulara; “hiçbir kadın sanatçının tek ciltlik bir sanat tarihi kitabına girecek kadar önemli olmadığı” şeklinde cevap vermişti.[1] Bu cümle bize, kadının sanat tarihindeki yeri hakkında epeyce şey anlatıyor. Aktivist topluluk Guerrilla Girls’ün ses getiren eylemlerindeki sloganları gibi; kadınların müzeye -veya kanona- girebilmeleri için illa çıplak olmaları mı gerekir?[2]

Kadın sanatçılar, sanat camiasından dışlanırken toplumsal çerçevede de ötekileştirilir çünkü sanat üretimi ile toplum asla birbirinden ayrı değildir. Sanat üretimi de üretilen sanat eseri de belli bir toplumsal koşullar zincirinde şekillenir. Bunun içine sosyoloji de akademi, iktidar, müzeler vb. kurumlar da dâhildir. Ataerkil toplumlarda sanatçı bir kadın olmak da zorluklarla şekillenen bir süreci ifade eder.

Edebiyat dünyasında da durum böyle. Penisin kaleme dönüştürülmesi tespiti üzerinden; kutsal eser babadan oğula aktarılarak erkek bir kanon oluşturulur. Fakat kadınlar yüzyıllardır yazmaya, üretmeye devam ediyor. Üstelik bunu, hem sanattan hem de toplumdan dışlanma pahasına yapıyorlar. Bugün bile camianın sahipleri “abiler” tarafından hep küçük görülüyorlar. Başlıkta da bu sıfatı kullanmamın nedeni, bahsettiğim eşitsizliğe dikkat çekmek. Suat Derviş de o küçük görülen kadın yazarlardan bir tanesi. Bu yazıdaki büyük yolculuğu ise, Berlin’e gittiği dönemlerdeki dışsal yolculuk serüveni üzerinden anlatmaya çalışacağım içsel yolculuğu. 

Yazarlığının yanında gazeteci, çevirmen ve eleştirmen olarak da karşımıza çıkan Suat Derviş, Berlin Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat eğitimi almıştır. Toplum değerlerinin değişimine bire bir tanıklık eden Derviş’in romanlarında eski ile yeni düzenin çakışması zemininde Osmanlı-Cumhuriyet ayrımı gözlenmektedir. Dönemin modernleşme çabasında “…toplumsal, ekonomik ve kültürel değişimi, kadın bakış açısıyla kapitalist ve ataerkil ilişkiler bağlamında ele almaktadır.”[3]

1930 yılında Berlin’e giden Derviş’in başlıca amacı yazınsal üretimdir. İstanbul’da sattığı son romanından gelen seksen mark bittiğinde çalışmaya mecbur kalacağının farkındadır. Bu ziyaretinde, Almancaya tercüme ettirdiği hikâyelerini yayımlatma niyeti olduğunu anılarından anlayabiliyoruz. Zaten öğrenciliğini geçirdiği için Berlin’e yabancı olmayan Derviş bu ziyaretinde tedirgindir. Tedirginliğinin sebebi, Türkiye’de önemsenmemiş yazar kimliğini burada göstermeye çalışmasındandır: “Ben çantama koyduğum ve henüz Türk edebiyat kitaplarının bir tekine bile bir numunesi alınmamış olan, eserlerimin tercümesinden yapılmış kâğıt kılıcımla bu devlerle mücadele edip, bu kalelere hücum edip onları rapt edeceğim ha!”[4]. Derviş’in bu sözlerinde, kadın yazar olmanın özgüvensizliği ve umutsuzluğu fakat yine de mücadeleye devam etme ısrarı okunabilir. Bu noktada “Neden sadece yazar olmak değil?” sorusu gelebilir fakat yazının başlarında bunu açıklamaya çalıştım. Toplumda kadın olmak ile erkek olmak bir değilken meslek hayatında ve yazarlıkta kadın olmak ile erkek olmak bir olabilir mi? Özellikle erkeklerin yüzyıllardır domine ettiği bir alandan bahsediyoruz. Yazar kadın elbette yola bir özgüvensizlikle başlayacaktır. Bu, eserlerinin kötü olmasından bağımsız gelişen ve kadına dışarıdan yüklenen bir özellik olarak karşımızda duruyor. Yazı yazmaya başladığı andan itibaren sonu gelmeyecek olumsuz değerlendirmelerle karşılaşıyor kadın: Bir kadının bunlarla uğraşması doğru mudur? Daha önemli vazifelerin yok mu? Ev ve çocuk işlerinden zaman ayırman doğru değil. Yazar camiasına girebilecek misin? Örnekleri çoğaltılabilecek somut değerlendirmelerin yanında daha gizli kısıtlamalar da olur tabii: kitaplarınızın sürekli geri çevrilmesi, zaten iyi yazmanın mizacınızda olmadığının ima edilmesi, kamusal alanda var olamadığınız için edebiyat ortamlarına girememeniz vb. Sonuncusu, ailesinin kökleri gereği Derviş için geçerli olmasa da diğer olumsuz yorumlarla o da karşılaşıyor ama inadı var: “İstanbul’da arkadaşlarım ve yakınlarım benimle alay ettikleri zaman kendimi müthiş kuvvetli hissediyordum.”[5]

Derviş, Berlin’de tuttuğu dairede yalnız bir kadın olarak da tedirgindir. Avrupa’da bohem hayatın tadına bakmak isteyen erkek yazarların hissetmeyeceği güvensizlik duygusu içinde bir pansiyonda kalmaktadır. Anılarında kendi iç dünyasından ziyade çevrede olup bitenlere odaklanmasının bir işaret olduğunu düşünüyorum. Dışarıdan gelebilecek potansiyel bir tehlikeye karşı sürekli tetikte olan bir kadın. Kulağı hep pansiyonun seslerinde, uyku problemi çekiyor, parasız ve yalnız. Böyle bir ortamda edebiyat üretimine çabalamak büyük bir enerji istiyor. Söz konusu yazar bir erkek olsaydı bunları konuşacak mıydık emin değilim, çünkü ilk paragrafta belirtmeye çalıştığım gibi; sanat üreten kadının kısıtlandığı pek çok damar var. Evinin güvenli ortamından uzaklaşınca tedirgin hissetmek de bunlardan biri ve maalesef bunu kadının kendisi değil çevre yaratıyor. “Bir mücadele hayatı! Acaba yazılarımı satabilecek miyim? Yoksa rahat evimi bırakıp böyle şartlarda yaşamaya ne lüzum ve ne hacet vardı? Elbet muvaffak olacağım.”[6] Bu inançla ama büyük bir heyecanla gittiği tahrir bürosunda eline verilen gazetede kendisini görür: “Suat Derviş Berlin’de!” Yazıyı okuduktan sonraki değerlendirmesi özellikle ilgi çekici: “Benden ne şunun kızı ne şunun karısı ne de ötekinin himaye ettiği insan olarak bahsediyorlar. ‘Suat Derviş, şunu, şunu, şunu yazan Türk kadın muharriri Suat Derviş Berlin’de,’ diyorlar.”[7]Alışılageldiği ve bir türlü de bitmek bilmediği üzere; ismi bilinen kadınlar, kendi ürettikleri ile değil evli veya akraba oldukları kişilerle tanıtılmaya alıştırılmışlardır. Edebiyat tarihi yazılırken de Suat Derviş gibi yazarlar hep babaları, kocaları veya erkek dostları ile anlatılır -Tomris Uyar’a hâlâ “İkici Yeni’nin Gelini” diye bakanlar var-. Suat Derviş de bu dile aşina biri olarak kendisinden ama sadece kendisinden bahsedilmesine bu yüzden şaşırır ve sevinir. Burada gördüğü değere şaşırırken devamında gelen davet ve tekliflere de bu şaşkınlık ve heyecanla atılır. 

Yazının bu noktasında şunu belirtmekte fayda var: Derviş’in anıları ve cümleleri üzerine düz bir okuma da yapılabilir ancak kadınların gerçekliği, bu cümlelerin alt metnine inmeyi gerektiriyor. Erkekler için önemi bile olmayan küçük bir ayrıntı, kadınlar için bir kimlik mücadelesine dönüşebiliyor. Her ince detaya dikkat etmek, her an kendini savunmak, her saniyenin bir varoluş mücadelesine dönüşmesi… Böyle bir hayat, düşünceyi ve dili de değiştiriyor. Suat Derviş’in cümleleri dümdüz okunup geçilebilecekken böyle anlamlar çıkarabilmemizin nedeni de bu mücadelenin farkında olmak. Derviş’in yaşadıklarına aşinayız, neyi neden hissettiği hakkında çıkarımda bulunabilmemiz bundan.

Derviş, İstanbul’da beş liraya sattığı bir öykünün Almanca tercümesinden üç yüz mark kazanınca (yaklaşık yüz elli lira) çalışmalarına hız verir ve artık bir yazı parası ile bir aylık kazancını sağlayabilmektedir. Geliri düzenli olmadığı için kimi zaman kuaförlük gibi ilgisi olmayan alanlarda yazılar yazıp ufak çapta para kazanmaktadır. Abdülhamit’in hayatını anlatan bir senaryoyu okuyup “Filme çekilemez” yorumunu yaptığı için sekiz yüz mark kazanır ve “Bu sekiz yüz mark hayatta sıkıntısız ve zahmetsiz kazandığım ilk ve son paradır” diye anlatır.[8] İşsizliğin ve ekonomik buhranın yükseldiği Almanya’daki gözlemlerinde özellikle piyasa ile ataerkinin ortaklaştığı noktalar dikkatini çeker: “Akşam ortalık karardıktan sonra yan sokakların köşelerinde iş bulamamış taze kızların, kadın elbisesi giymiş yahut kadın gibi boyanmış delikanlıların gelenleri geçenleri çağırdıkları görülüyordu.”[9] Beraber pansiyonları, kiralık evlerin odalarını paylaştığı kadınları sık sık dile getirip hayatlarını aktarır. Erkeklerin durumundan bahsetmemesi, gündelik hayatları ile ilgilenmemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Kendisi de zorluklar içinde kadın olarak yaşamaya, üretmeye çalışırken diğer kadınların durumlarına gözlerini kapatsa veya isimlerini anmasa garip olabilirdi. Fakat onlardan özellikle bahsetmeyi -isimleri, erkeklerle ilişkileri, yaşayabilmek için yapmak zorunda oldukları vb.- gerekli görmüş olmalı. Almanya’daki günleri çalışmak ile geçerken babasının hastalığı, onun tedavi masraflarını karşılama telaşı, bu telaşla on beş günde roman yazması, hep hayal ettiği gibi sokaklarda romanının afişini görüp sevinememesi gibi olumsuz anılar da sayfalarda yer bulur. Almanya’nın git gide derilen siyasi atmosferinden Derviş de etkilenir ve o sırada yanında bulunan ailesi ile İstanbul’a dönmeye karar verirler. “İşte beni Avrupa’da yazı yazmak ve beynelmilel bir muharrir olmak isteğimden doğan üç senelik Berlin maceram da böyle bitti”[10] diye özetlediği yolculuğu sonlanmıştır. 

Hiçbir kadının yolculuğu sadece bir yolculuk değildir. Yola karar vermek yetmez: Büyük riskler göze alınarak, büyük cesaret gösterilerek, topluma karşı çıkılarak, susturulmayı ve evinde oturmayı kabul etmeyerek yapılan bir yolculuktur bu. Dolayısıyla kendi içinde de bir yolculuk başlar, artık eskiden olduğu gibi kalmanın ihtimali yoktur. Suat Derviş de Berlin yolculuğunda yer yer maddi gerçeklikle uğraşır ama çoğunlukla içindeki dönüşümü hayretle izler. Kendine güvensizliği kırılmıştır, sesini çıkarmayı öğrenmiştir, yazan bir kadın olarak bu yolundan şaşmadan para kazanmanın yollarını çözmüştür.

Yazan, çizen, söyleyen, üreten tüm kadınlar gibi.


[1] Aktaran Nanette Salomon, “Sanat Tarihi Kanonu: Dışlama Günahları”, Sanat/Cinsiyet, Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri içinde, ed. Ahu Antmen, çev. Esin Soğancılar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 166

[2] İlgili sloganın etrafındaki eylemler için bkz. https://www.guerrillagirls.com/naked-through-the-ages

[3] M. Gül Uluğtekin Bulu ve Ayşın K. Turhanoğlu, “Suat Derviş ve Romanlarında Kadınların Sınıfsal ve Mekânsal Deneyimleri”, Sanatın Gölgedeki Kadınları içinde, der. Özlem Belkıs ve Duygu Kankaytsın, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018, s. 166

[4] Suat Derviş, Anılar, Paramparça, İthaki Yayınları, İstanbul, 2017, s. 54

[5] Suat Derviş, a.g.e. s. 54

[6] Suat Derviş, a.g.e. s. 62

[7] Suat Derviş, a.g.e. s. 67

[8] Suat Derviş, a.g.e. s. 93

[9] Suat Derviş, s.g.e., s. 94

[10] Suat Derviş, a.g.e. s. 123

Not: Bu yazı daha önce KE Dergisinde yayımlanmıştır.