Onuncu Kadın: Seyirci

1980 sonrası, Türk sineması için üretilen film sayısı açısından verimsiz geçse de çekilen filmlerin nitelikleri gözle görülür biçimde yükselmiştir. Bu dönemde sinema bir sanat dalı olarak özellikle ele alınmış, yeni teknikler ve konular beyaz perdeye yansımaya başlamıştır. Edebiyatta olduğu gibi sinema da toplumsal gerçeklikten kısmen uzaklaşmış ve bireylere ağırlık vermiştir. Elbette bu, toplumsal sorunlardan uzaklaştığı anlamına gelmez. Aksine bu sorunların, birey üzerindeki etkileri işlenmeye başlanır. Dönemin en önemli yönetmenlerinden Şerif Gören’in On Kadın filmi bu bağlamda çok önemli ve ayrı bir yerde duruyor.

1987 yapımlı On Kadın filmi, kadınların hikâyelerine pek çok açıdan vurgu yapması bakımından önemli. Toplumdaki baskın ataerkilliğin ve kadınların ezilmelerinin, her zaman ve her yerde geçerli olduğunun bildirisi âdeta. Filmde yer alan dokuz kadın da farklı geçmişlere sahip, farklı ekonomik düzeyleri ve yaşantıları var. Kimi okumamış, kimi zorla evlendirilmiş, kimi ise bedenini satmak zorunda bırakılmış. Hepsinin ortak yanı; erkeklikten sıkıntı çekmeleri ve hayatlarını devam ettirmede güçlük yaşamaları. Film dokuz bölümden oluşuyor ve her bölümde çok farklı bir sınıftan kadının hayatından kısa bir kesit Türkan Şoray tarafından canlandırılıyor. Bu noktada da Türk sinemasında bir ilk olduğunu düşünüyorum: Tek bir oyuncu ile dokuz farklı karakter anlatmak zannediyorum ki daha önce denenmemişti. 

Film dokuz bölüme ayrılmış, her bölüm başlangıcında başlık ve bölümün özeti sayılabilecek bir replik ekranda görülüyor. Bölüm başlıkları; Gelin, Gazeteci, Çingene, Deniz, Ana-Kız, Fahişe, İkramiye, Feminist ve Köylü isimlerini taşıyor. Zaten başlıklardan da ekonomik ve toplumsal çevrelerin incelikle seçildiği anlaşılıyor. Fahişe dışındaki tüm bölümlerde kadınlar, sonunda bir şekilde tutuklanıyor. Ne olursa olsun, haklı da haksız da olsa kabahatlinin kadın olarak görülmesine iyi bir gönderme. O saatte orada ne işi varmış, değil mi?

İlk bölüm “Gelin” başlıklı. Repliği ise “Gelin sofrayı hazırla…” Bu bölümde bence en önemli detay Gelin’in adının olmaması. Kocası, kaynanası ve kayınbabası ile yaşayan Gelin’in hikâyesi tek planda -evin içinde- geçiyor, herkes ona Gelin diye sesleniyor. Kocası gece taksiye çıktığında devamlı tecavüzüne uğradığı kayınbabasını öldürdüğü için tutuklanıyor. Hikâyedeki diğer karakterlerin gözünde suçlu olan elbette Gelin oluyor. İkinci bölümde çok farklı bir portre geliyor ekrana: Gazeteci Füsun. Bölümün repliği “Evlilik cüzdanınız lütfen…” Bu bölümde yönetmenin odaklandığı konu; iradesi güçlü, cesur, eğitimli ve bilinçli bir kadının bekâr olduğu için üstüne titrenen namusu ve ayrıca işyerinde erkek patronunun ona uyguladığı mobbing. Sevgilisi ile aynı otel odasında kalmasına izin verilmiyor, Türk kadınının namusuna verilen önem (!) dile getiriliyor. Milliyetçilik ile cinselliğin birleşip kadını ezmesi gerçeğine ince ve mükemmel bir örnek…

“Çingene” bölümündeki “Ben çalmadım be…” repliğinin sahibi Emine, hapisteki kocasına para göndermek ve çocuklarının karnını doyurmak için kapkaç yapmakta. Mahalleye gönül eğlendirmeye gelen erkek turistlerin paraları çalınınca arkadaşları gibi Emine de tutuklanıyor. “Deniz” isimli ve “Yeşil güzeldir…” replikli bölümde, çevreci aktivist bir kadının katıldığı eylem sahnelenir. Bu eylemde, feminist örgütten bir kadının “Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası”nı hatırlatması önemli.[1] Bölümdeki Deniz karakterinin kadınlığını öne çıkartmaktansa eylemde konuşanların dile getirdiği cinsiyet temelli haksızlıklar önemsenmiş. Devamındaki “Ana-kız” hikâyesinde, aynı erkek tarafından aldatılan Zeynep ve kızı Yasemin anlatılır. Bana göre bu bölümün en dikkat çekici yanı, genç erkekler arasındaki sohbetlerde yükselen “milf” portresi. Bakımlı ve güzel bir anne, erkeklerin gözünde “olgun meyve” ile denk düşüyor ve yenilebilir konuma geliyor. “Fahişe” bölümü “Biz fahişeyiz, ya siz…” repliği ile açılır. Hayat kadını Neriman’ın bir sabahı anlatılır ve tek mekânda geçer. Sürekli konuştuğu telefon aracılığıyla nasıl bir yaşamı olduğu seyirciye aktarılır. Bir arkadaşına musallat olan erkeğe telefonda “Biz orospuyuz ama siz de puştsunuz!” demesi, bütün erkeklere lanet okuma gibi aktarılmıştır. “İkramiye” bölümü ise; kocasını öldürdüğü için uzun yıllardır hapishanede yatan bir kadını anlatır. Kocasını öldürdüğü için bütün sülale ona düşmandır, ailenin direğini yıkmıştır, itaat etmemiştir. Bu şekilde düşünmeyen oğlu Selim ile hayaller kurarken bölüm sonlanır.

Filmin belki de en radikal bölümlerinden olan “Feminist” bölümündeki replik “Erkek kokusu sinmiş…” Bu bölümde, sinema sektöründe çalışan ve evde erkek kokusuna dayanamayan Tülin’in hikâyesi izlenir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda döneme damga vurmuş gerçek olaylar, Tülin ve arkadaş çevresi tarafından tartışmaya açılır. 12 Eylül sonrasında, emekli asker Turgut Sunalp tarafından siyasi tutuklu kadınlar için “Cop sokmaya gerek yok, elimizde taş gibi oğlanlar varken” ifadesi ve Çankırı’daki boşanma davasında hâkimin sarf ettiği “Kadının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerekir” sözleri, sohbet sırasında özellikle hatırlatılır. Bu açıdan, Türkiye’deki ataerkilliği en çarpıcı sergileyen sinema örneklerindendir. Son bölüm olan “Köylü”de ise; Asya’nın kocası Mahmut’un, eve başka bir kadın getirmesi üzerine yaşananlar anlatılır. Bölümün en çarpıcı kısmı, Asya karakterinin kendisidir: O kadar saf, kapalı ve ezik çizilmiştir ki bölüm sonundaki sahnede karakter daha çarpıcı olsun ve zirveye çıksın. Türkan Şoray, Asya’da bunu çok güzel canlandırmış.

Filmde her sınıftan kadının ele alınması ve bu kadınların her açıdan ataerki tarafından ezildiğinin anlatılması, Türk sineması için önemli bir dönüm noktası. Aslında on karakter çekilmesi planlanan ancak dokuz karakter çekilebilen filmde onuncu kadın olarak seyirci ele alınır. Bu amaçla ismi değiştirilmemiş, On Kadın olarak bırakılmış. Filmi izleyen her kadının -ekonomik veya sosyal statüsü ne olursa olsun- onuncu kahraman olması bağlamında bir yol izleniyor. Yani hangi koşullarda olursanız olun, hayat sizi nereye götürürse götürsün ataerki de sürekli bir gölge gibi peşinizden geliyor ve bir şekilde suçlu siz oluyorsunuz…


[1] 10 Eylül 1985’te, Türkiye’de feminist hareket örgütlenmesi yükselirken Çankırı’da bir dava görülmektedir. Bir kadın, eşinden şiddet gördüğü için boşanmak ister. Savcı, mahkeme sırasında “Kadının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerekir” der. Bunun üzerine feminist kadınlar çeşitli eylemlerde bulunurlar. Hiçbirinden geri dönüş alamayınca, 17 Mayıs 1987’de geniş katılımlı (yaklaşık 2500 kadın) “Dayağa Karşı Dayanışma” yürüyüşünü gerçekleştirirler.

Not: Bu yazı daha önce KE Dergisinde yayımlanmıştır.